24 Eylül 2011 Cumartesi

Eski binanın yandıktan sonra çatısının çökmüş hali
Eski binanın yanmadan bir kaç gün önce AKM'den doğru çektiğim hali... Bu manzara yanındaki inşaat yapımı için eski binanın görünmesini engelleyen binanın yıkılmasından sonra ortaya çıkmıştı! Eski günlerden bir manzara ortaya çıktı diye sevinirken, nedense bir kaç gün sonra bir yangın haberi...
Tarihimiz kaybolurken

      Zonguldak’ta az sayıda 1940 öncesine ait bina kaldı… Bunların bir kısmının oldukça göze hoş gelen mimarileri olmasına rağmen ve üzerlerine dönem dönem sayısız yazı kaleme alınmış olmasına rağmen korunmaları konusunda ne yerel yönetimlerin, ne de kültürle ilgili makamların etkin, ciddi bir girişimi oldu. Bundan sonra da elde kalan birkaç bina hakkında, bu binalar da bir bir yanıp kül olduktan sonra “tinercilerin işi” gibi bir sürü laf duymaya hazırlayın kendinizi.
      Ünlü yönetmen Zeki Demirkubuz Zonguldak’ta geçen “Kıskanmak” filmini çekmek için geldiğinde Zonguldaklı Araştırmacı-Yazar Ekrem Murat Zaman Onu gezdirdi ve 1930’ları yansıtan uygun bir plan bulamadılar… Böylece Zonguldak’ın ne kadar kültürüne sahip çıkan bir kent olduğuna dair olumsuz bir izlenim yaratmış olduk!
      Günümüzün paldır küldür süren çirkin yapılaşmalarına bakacak olursak çok yakında “Cumhuriyetin İlk Kenti Olmak” ayrıcalığını yansıtan bir plan bulmak bile imkansız hale gelecek…
      AKM’nin karşısında, Tevfik Fikret Sokağı yukarısında yer alan 1900’lerin başından kalan bina, birkaç sene öncesine kadar bir kültür-sanat yapısı olarak değerlendirilecek kadar estetik bir formdaydı. Böyle bir çalışma yapılsa vesile olan kişi veya kişilerin kent tarafından unutulmamasını sağlayabilirdi! Ama kime gideceksin?
       Yangını çıkaranlar hakkında “Tinerciler yaptı!” diyenlere, “Hayır, el birliği ile kendimiz yapıyoruz”, diyemediğimiz sürece…

17 Eylül 2011 Cumartesi

Değişmez sorumuz, nedir ki sonumuz




(Başlığımız amansız fanatiği olduğum Tanju Okan’ın şarkısından.)



Hangi işsiz “iş istemem” diyebilir? Herkes en az bir kere diyebilir, yapar bir kabadayılık! Yapmışımdır kimine… Sevmediğim için tavrını… Yalnız bilirim, burada bitmez işsizin dramı… Ve ancak bu kabadayılıktan sonra başlar asıl film çoğunlukla… Buradan sonra kabadayılığınız borç yaptığınız yakınlarınıza, dostlarınıza, bakkalınıza, ev sahibine, faturalarını usturuplu bir şekilde dayayan koca A.Ş.lere, bankalara, tröstlere, devlet kurumlarına uzun uzun düşünme egzersizleriyle doludur!

Ve bu yazının da konusu -dilerseniz hep beraber- aslında bu çaresizliğin içinde milyonlarca işsizin dönem dönem yaşadığı bu kabadayılığın mantığı üzerine bir fikir jimnastiğidir! Konuyu bize bahşeden büyük Zonguldaklı işadamı mı desem çünkü büyük laf etmiş, büyük siyasetçi mi desem bilemediğim Sayın Uçar’a buradan şükranlarımızı sunarız. Nihayetinde arada bir de olsa kendi bakış açılarını bu demeçlerle ele veriyor siyasetçi-işadamlarımız, devletlûlarımız!

İşsize dönelim! “İş istemem” kelimesinin altında sanılanın aksine bin haklı neden yatıyor olabilir. Bu yüzden bürokrat memurlar masasının makamının arkasından “iş beğenmiyorlar” laklağı yapmasın! Şu haklı nedenlerin bir kaçını üstünkörü sıralayalım; zira kimisi işsiz, işveren ilişkisini sadece “iş beğenmeme” ruhsal haline bağlayabilir, bağlıyor da nitekim… Bir işsizin iş beğenmeme haklarından üstünkörü bir kaçı:

-İşverenin laubaliliği…

-İşverenin “3-5 ay çalış beğenirsem sigortalı yaparım” demesi hatta “hiç bir şey söylememe taktiği uygulayarak” karşısındaki insanı ezmesi… Yüzlerce çeşidi var böylelerinin… Belgeselcilere konu olacak kadar… Ülkemiz bu konuda yüreklilik gösterecek bir Michael Moore arıyor!

-İşçiye normalde verilmesi gereken ücretin asla verilmemesi… Sanki toplumsal anlaşmadır arkadaş, bu nasıl kökleşmiş bir durumdur, zavallı çaresizlerin hakkı sürekli palazlanan göbeklerde yağa dönüşür! En çok da böyleleri ahlaktan, haktan bahsetmez mi? İşçinin alacağı parayı belirsizde tutmak, geciktirmek, kesmek… Yahu kelime bulamadığım, bulup da kullanamadığım şeyler… Bazen sadece “ayıp” kelimesi ne kadar şık düşer!

-İşin ağırlığı… Kaçak çalışmak zorundalar diye kaçak ocaklarda hırpalanan yüzlerce kişiyi işçiden saymayacak mıyız? Saymayan saymasın, onlar en zor işçilerdir! Sistemin tamamen başka yol gösterememesi yüzünden canları pahasına açtıkları tünellerde belki de kendi mezarlarını kazanlardır! Bu uç bir örnek ama örneğin tersanelerde normal mesaiden fazla çalışıp aylarca karşılığını alamayanlara ne diyeceğiz! İki de bir “tersane açıyoruz size, aş getiriyoruz” diyenlerin aymazlığı aldıkları yeni ihaleyi de hiç etmek olmadığını kim bilebilir? Ya tekstilde yıllarca üç kuruşa çalıştırılıp, sonra kriz bahanesi ile ortada bırakılıveren binlerce kadın-erkek, çocuk-yaşlı? Bankalara neredeyse birlikte giden –birbirlerinden güç alabildikleri için- o kadar çok taşeron işçisi görüyorum ki ne yapacaklarını bilmedikleri adeta yüzlerinden okunuyor! Bu karmaşık işlemlerin altından bazen profesörler kalkamazken, sıradan insanın teknolojik görsellikler altında ezilmesi nasıl da bir ekonomi mühendisliği-iç dekorasyon işbirliğidir! Mesela döner kapılardan girip sıra numarası alınacak makinelerin önüne kadar -üç beş kişi- dövecekmiş gibi giden, besbelli kol gücüyle çalışan işçiler görüyorum! Ama makinenin yanına vardıklarında anında dayak yiyen boksör kıvamına geliyorlar! Çünkü kafaları karışıyor! Yardım isteyemiyorlar çoğunluk! Hep muhatap oldukları işverenle aralarındaki aracıyı aranıyorlar… Kaoslar içinde… Besbelli adamlara bazı sözler verilmiş, sonra ulaşılamayan numaralarda verilmiş! Bunlar bizim kendi gerçeğimiz! Makamının arkasından prosedür hesabı ahkam kesenlerin farkına bile varamadıkları gerçeklikler…

Ne güzel hafızamız var hafız? Bunlar sanki bu ülkede yaşanmıyor da Somali’den bahsediyoruz hep… Elbette insanlar devlet işi veya devlet güvencesinde makul şartlarda, sigortalı, en az kesintisiz asgari ücret garantili, bankaya yatacak ve işçinin cebinde kalacak, yeme içme, dinlenme haklı, yol, yolluk, hastalık izinli, yıllık izinli işi hak ediyorlar! Bunu arıyor en kabadayı işsizimiz de… Bu kadar insanca…

***

Bir kabadayılık yapıp sokağa rota kırıp, daha insanca yollar arayan işsiz uzun süre çeker işsizliğin diş ağrısını… Bir daha zor döner aynı kabadayılığa… Burun sürter, omuzlar düşer! Bu yüzden karizmayı çizdirmek istemeyen işsizlerle doludur hayat! Çoğu zaman iş istemede zorlanmak bundandır. Yaşanan birkaç olumsuz tecrübe sonrası hayal kırıklıkları dolu bir insan bir de uzun süre işsiz kaldıysa yıpranmış bir güven duygusu ile ortada serseri bir mayın gibidir! Hani şu “sosyal devlet” denen kavram! Neden içi doğru dürüst doldurulmaz ülkemizde de, iş bu böyle, kör yordamlarla açıklamaya çalışırız gerçeklerin gerekçelerini? Bu kadar üniversitede bu kadar sosyolog, psikiyatri uzmanı, insan ilişkileri bölümlerinden mezun, halkla ilişkilerden, sosyal bilimcilerden, insan bilimcilerden ve saire diplomalı işsizin de olduğu bir ülkeyiz. Milyonlarca işsizin psikolojik olarak çökmesini beklemeden onlara el atacak, yardım edecek, insanca onurlu ayakta durmasını sağlayacak, omurga sağlığımız açısından lüzumlu kurumlar hakkında bir bilgisi olan var mı? Yabancı filmlerde izlediğimiz o gereğinde kişinin evine gidip “ne yapıyor bu insan” diye kontrol eden sosyal danışmanlar? Kanuni hakları konusunda yardımcı olan aracılar… Hatta kişiye uygun iş bulan o sosyal ilişki melekleri? Uçtuk mu yine kıyaslama da?

***

İşverenlerin gerçekte kendilerini nasıl tanımladığını hep merak ederim! Bizim açımızdan bakıldığında hep karikatürsel bir şey çıkıyor çünkü… Oturan, bulunduğu yere yayılan, hep abartılı bir saygı gören, yediklerini sindirmek için soda isteyen, akranlarını kendi gibi iş dünyasının köşe başlarından seçen, “dünyayı ben yarattım” havalarında tipler…

İşverenin ve etrafındaki yalaka tabakasının o gevrek sırıtışı ile küçümsemesinden uzak durmaya çalışarak bir kabadayılık yapmışsa işsiz, cebinde kuruş olmadan arşınlamaktadır işsizlik güzergâhlarını… Aslında hele parababalarına kafanın içinden geçenleri dümdüz söylemek sonradan kemirir sıçan gibi içini… Geriye dönüşü zordur! Çoğu zaman sadece filmlerde izleriz kahraman ve babalanan işsizleri. Günümüzde işsizlerin çoğu sanki kanun hükmünde karar olup yasallaşmış gibi kimseye bir şey söylemeden ortadan kayboluverirler! Nihayetinde bu da romantik bir tavırdır! Durumunun nezaketi anlaşılsın ister arkasından… Hani son anda biri seni durdurur filan ya… Kanmayın, kalmadı neredeyse öyle şeyler… Sizin yerinize konuşlanmak için etraf da o anı kollayan bir sürü refikiniz türemiştir farkında olmasanız da…

Bakmayın gençliğin verdiği o müthiş güvene… İşsizlik en sert adamı yumuşatır! Yavaş yavaş varırsın zamanının “bol” ama özgürlük ve keyfinin cebinde para olmadan ne kadar “dar” olduğuna! Her karşılaştığı tanıdığında bir umut ışığı arar işsiz adam. Çünkü terk ettiği iş yerinden çıkarken bile safça daha iyisini bulacağını umut eder! Bu tam bir ergen psikolojisidir işte! O yüzden ülkemizde çocukluk biraz uzun yaşanır. İnsanlarımızın önemli bir bölümü 30 yaşına kadar kendini 11 yaşında ki kadar masum bir tabiatta korurlar! Politikacılar yatıp kalkıp dua etsinler ki bu Türkiye’de yaşamanın getirdiği bir güzelliktir… Ama bu güzellik politikacıların daha az sıkıntılı olmasını sağladığı gibi işverenlerinde istediği üç ay, beş ay sigortasız, yarı ücretli, aç ve kıt kanaat çalıştırıp işçilikten kar ettikleri istihdamı yaratır sürekli! Sanki bu da kanun hükmünde kararnamedir de on yıllardır görünmezden gelindiği için binlerce işsizin hakkı böyle kaynayıp gitmiştir, gitmektedir. İşçinin beş aylık çalışması işverenin bir günlük masa eğlencesi, arabasına yeni bir aparat taktırması, sevgilisine yek taş bir yüzük olup ekonomiye kazandırılmıştır belki de…

Dedim ya para ağalarına baktığımda daha farklı bir tablo göremiyorum ben.

***

İşsizin sokaklardaki varlık mücadelesi günlerce sürer. Sonra bir şekilde bu da kesilir insanın sütten kesilmesi gibi ve insan gri bir sis kümesinin içinde tek başına hisseder kendini. Her şeyden ve kendisinden nefretle durumlar tasarlar… Bu psikolojik evre ileride bir şekilde sağlığına da yansıyacaktır. Bu dediklerimi inanarak söylüyorum… İşkembemden atmıyorum… Ama biz Türkiye’nin iyi insanları sağlığımız bozulduğunda da bunu yaşadıklarımıza ve bunları bize yaşatanlara sebeplenmeyiz, “kader” der geçeriz çabucak!

Hep Allahın takdiridir. Allah, böyle bir şeyi senin benim için niye tasarlasın ki?… Düşünmeyiz! Sınırlarımızı aşar hissederiz böyle kendi kendimize sordukça! Zaten bir süre sonra düşüncelerimize gerçekten taraftar bulamayacağımız için başkaları tarafından ya meczuplaştırılırız, ya da istenmeyen adam olur çıkarız… Ortadoğu’nun tüccarları yıllardır bu mantık üzerine idare ede geldi, desem de hani açıp da zırvalayacağımı düşünmesin kimse! Yemezler…

Ama işte işveren parababaları öyle değildir. “Kimseye iş vermeyeceğim” diye babalanabilirler… Aklıevveller yiğit göre… İş vermeyecek, vay vay vay… Ekonomi onların elinde! Devletin onlar için sağladığı avantajlardan konuşmazlar bile… Para ile para kazanıldığı on yıllardır her şeyin hakları olduğu psikolojisinde neler gördük! Daha da göreceğiz demek ki…



***

Öznur Güneş arkadaşımız iyi bir demeç almış Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Zonguldak İl Başkanı Hamdi Uçar’dan. Haberin özü ve beni ABD’de 1930’lar dünya krizinde, vahşi kapitalizmin tavan yaptığı zamanlarda Kaliforniya’da yaşadığımız hissine kaptıran başlığı 'Kimseye iş vermeyeceğim' şeklinde! Ardından da bir Al Capone çıkıp “çocukken bisikletim olmadı, şimdi beni hiçbir yasa durduramaz” diyecekmiş gibi geliyor! Açıkçası yazıya başlarken sorduğum sorunun birden klavyenin tuşlarına dökülmesinin nedeni böyle! Hangi işsiz “iş istemem” diyebilir? “Demiştim” bile diyemez güvenilmez bir portre çizmemek için. Ama işverenlerimiz 'Kimseye iş vermeyeceğim' deme özgürlüğüne sahiptir!

Ya, bana saçma geliyor size öyle gelmiyor mu? Hem işveren hem iktidar partisinin il başkanı olmak doğrumudur? Sadece Sayın Uçar için değil, birçok başka işverende her köşe başında yok bilmem ne temsilcisi, bilmem ne başkanı, bilmem ne organizasyonunda falan filan… Her şey vatan için… Kültürel ve sanatsal çalışmalara entelektüel katkılarda bulunmak için… Çevre ve doğayı yarının nesillerine tertemiz bırakmak adına! Tüyü bitmemiş yetimlerin uğruna… Kentlerimizin, köylerimizin gelişmesi, fakir fukara garip gurabanın dertlerine merhem olunmak niyetine…

Not: Bu yazıda işsizin ailesi ile olan ilişkilerine değinmeye fırsat bile gelmedi. Biliyoruz ki milletimiz indinde aile müessesesi en kutsal kurumlardan biridir. İşverenlerin, ailesi ile arası bozulan insanları vicdanen hatırlaması bile birçok toplumsal sorunu düzeltmesi beklenirdi. Toplumsal hadiselerin üçüncü sayfa haberlerine aşinayız!

23 Ağustos 2011 Salı

Açlık, tokluk, bolluk, boşluk...

21 Ağustos 2011 Pazar

CAN BABA, ANISINA....

14 Ağustos 2011 Pazar

Sosyopat




Sosyopatlık” özellikle “empati” (duygudaşlık) kurmanın karşıtı bir psikolojik bozukluk.

İnsanlarla kendi aranda “empati kurmak” ise aslında yazılı ve sözel olmayabilen duygusal zekaya da bağlı olduğunu düşündüğüm bir anlaşma yolu… Bana göre toplum içinde ki davranışlarımızın kalitesini belirleyen en önemli göstergeler buradan çıkıyor…

***

Birinin özel durumuna bakarak ondan yapamayacağı bir şeyi istemezsin. Bu en basit anlamda sosyal bir empati kuralıdır. Hani çoğu kere kendi aramızda “insani” filan diye tanımladığımız küçük ama gerekli şeyler.

Yolda tökezleyip düşmek üzere olan yaşlı bir insanın düşmemesi için refleks gösterirsin ki kemiğinin kırılması halinde tekrar onarılması zor olan bir yaşta olduğu bilgisine biraz sahip olman lazım burada… Bilgi yetmez kendinle empati de kurman lazım! Günün birinde hepimizin yaşlanacağının, sonunda bugün ki gücümüzden eser kalmayacağının çıkarsamasını zihninde kurabilme becerisine sahip olman gerekir. Bu yüzden yaşlı bir insanı yapamayacağı bir hareket konusunda oturup aval aval izlemek yerine ona yardımcı olmak oldukça erdemli bir davranıştır… Bazen gidip onlarla bir şey konuşmak, onların anlattıkları ile ilgilenmek… Söylemeye gerek var mı? Sosyal bir empatidir aslında.

Tam tersi ise yani herhangi bir sorunu hiçbir şey yapmadan izlemek sosyopatlıktır. Sosyopatın sıkıntısı empati kuramamasıdır kimseyle…

***

Gençlere ders çalışmaları konusunda durmadan yüklenen bir milletiz. Modern hayatın dünyadaki temel kuralı haline gelen “iş sahibi olmak gerektiği düşüncesi” ile hareket eden aileler çocuklarını okutmak için hiç de az denilemeyecek paraları artık “sektör” demenin bir sakıncası kalmadığı eğitim alanında harcamaktalar. Dershaneler bir öğrenciyi kazandırsın-kazandırmasın, alacaklarını tahsil etmek için yasal yolları kullanmaktan çekinmezler. Okullar açıldığında ha bire toplanmaması için kararnameler çıkarılan “kayıt parası” adında paralar yine de birileri tarafından toplanmakta... Bunu başka isimler altında da yapmaktalar…

Özel bir okul örneğin Paris’e de bir gezi düzenleyebilmekte, devlet okulu öğrencisi ise iki dolmuş parasını denkleştirmenin hesabını yapmakta… Sistem budur.

Serbest piyasa sosyal empati kurma yeteneği olmayan bir alandır. O yüzden burada sürekli toplumsal bir patlamadan korkulur ve söz edilir. Bunun örneklerini Fransa’da veya Yunanistan’da öğrenci veya azınlık hareketleri olarak duymaktayız; tam da içinde yaşadığımız günlerde olduğu gibi İngiltere’deki hükümetin aldığı bir karara tepki ile başlayan, güvenlik güçlerinin ölçüsüz güç kullanması ile fitillenen ve toplumsal şiddet çatışmalarına dönen taze örneklerle…

İngiltere’deki bir talan örneği dikkatimi çekmişti. Haberde mağazalara saldıran 13-14 yaşındaki gençlerin mağazalarda ne var ne yok almak yerine özellikle markalara yöneldikleri ve hep reklamını görüp bir türlü elde edemedikleri malı almayı, herhangi bir malı çalmaya tercih ettikleri söyleniyordu!

Bugünlerde camiye gidenlerin arttığı bir gerçek… Ülkemizden taze bir haber ise şu klasik camilerdeki ayakkabı yürütme hırsızlığı üzerine müminleri uyaran bir haberdi. Ama haberdeki dikkat çekici ayrıntı da hırsızların her yeni ayakkabıyı değil de, üzerlerine yakıştırdıklarını çaldıkları vurgulanıyordu.

***

Üstteki örneklerden yola çıkarak kapitalist düzende reklam araçlarının “empati” denen insani olguyu çarpıttığı çıkarsaması yapılabilir. Ki haklılık payı da büyüktür. O halde legal düzen içinde sosyopatlığın temelde sistemin kendi hücrelerinde mantıken “altta kalanın canı çıksın” şeklinde adı konulmamış da olsa bulunduğu söylenebilir! Ve sistem tarafından yaygınlaştırılan, beslenen yanları da olduğu düncesine ulaşılabilir.

Biraz fazla akademik, endemik, filarmonik mi oldu cümlelerim ne? Daha anlaşılır bir örnekle tamamlayayım öyleyse:

Zaten kendi 1990 model arabasına taktırdığı Şahin kornasındaki ayırt edici özelliği önündeki mesela 2012 model Hundai Tucson’u görünce basan şoförü sempati ile karşılayabilirim kolaylıkla. Bu davranışının altında toplumsal eşitsizliğin içgüdüleri olduğunu düşündüğümden… Ve kurduğum empati, kapkara bir ışıldamayla yanımdan geçip giden dört çeker 2012 model Hundai Tucson’a Şahin kornasının attığı havanın ‘tüm havasını alanların (!)’ havası olmasındandır biraz… Empatimin içine burada biraz sosyopatlık da karışmış görünüyor!

Sanırım toplum içinde ele geçiremediği sosyal refah seviyesi yüzünden bu şekilde debelenen birçok kişi var. Bu ikisi arasındaki orantıyı doğru kuranların espri yeteneğinden şüphe etmiyorum. Benim sıkıntım o orantıyı kuramayıp, sosyopatlık ile empati arasında “sosyopat” olanların sayıca çoğalması git gide…

***

Sosyapatlık her ne kadar psikolojik bir sorunsa da toplum içinde etrafınıza bakıyorsunuz ve öyle olanların daha rahat, kendinden emin olduklarını görüp afallıyorsunuz. Şahsen afallıyorum! Neden bu kadar çoğaldılar? Niye “acımasız olmak, sevgisiz olmak, saygısız olmak bu kadar kutsandı günümüzde?” Sorusunu sık sık ama sırf dilime geldiği için soruyorum!

Sizlerde sormuşsunuzdur bu tür soruları yeri geldiğinde… İçinden çıkamayacağımız kadar zor olan bir şey varsa, önce eylemi yapmak, sonra da üzerine düşünmektir! Çünkü olan olmuş-bitmişse üzerine söylenecek son söz de oldukça geç kalınmış olabilir. İşte bu ve bunun gibi örneğin filozofların, şairlerin, abdalların, mutasavvıfların, münevverlerin, edebiyatçıların, yüzyıllar önce bir düşünce topluluğu olarak kabul görmüş sofistlerin üzerlerine hayatlarını harcadıkları düşünceler için zamanı yoktur sosyopatın! Sosyopatların okur olduğunu bile sanmıyorum hatta…

Okumak da empatiyi gereksindirir.

***

Sosyopatın zamanı herhalde herkesten daha değeli olmalıdır! Herhalde kendi amacı dışında başka hiçbir şeyin de önemi yoktur.

Aslında toplumca herkesin birbirini anlayışla karşılamaktan çok şüphe ettiği, karşılıklı sevgi saygı kurallarını geliştirecek yerde bunlardan uzak durduğu, zaten beceremediği de bir sosyal ilişkiler ağında cebelleşiyoruz. Bu nasıl oldu bilmiyorum ama örneğin okullara çanta dolusu para ödediğini düşünen bir veli bunu çocuğuna yansıtmaz mı?

O çocuklardan bazıları da bu parayı alan kişilerin okulda veya dershanede gördüğü adına “müdür”, “müdür yardımcısı”, “öğretmen”, “hizmetli” dediği kişiler olduğu bağlantısını kurup, onlara duyacağı insanın özünden yükselen temel saygı yerine vıcık bir alaycılık geliştirme ihtimalindedir… Eminim birçok kişi “öğretmeninden” “o kadın”, o herif” diye bahseden öğrenciler görmüştür. Niye? Görgü kurallarının verilememesi yüzünden mi? Ben öyle olduğunu sanmıyorum!

Kimsenin kimseye öğreteceği bir görgü kuralı klişesi kalmadı ki… Hep bunların gölgesinde sayısız hamasi nutuklarla yetiştirilmeye çalışıldık! Onca gevezelik en sonunda bir halta yaramadı tabii…

Kişiye işin özünü kaybettiren iki temel şey biliyorum! Biri, öğretenin yani genelde bütün yetişkinlerin bilgisizliği, ikincisi gün geçtikçe her hizmetin maddi bir karşılığı olduğu düşüncesinin uygulamaya geçirilmesi.

Hayat okulunda alınan dersler -ters öğretiler de olsa- belki daha kalıcı olmaktadır kişide... Empati kurabilen nesillerin yetişmesini empati kuramayan kişilerin çoğalması ve başarılı olması engellemektedir.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

ZONGULDAK'IN KABUĞU

Zonguldak Çarşısı bu sıcaklarda gürültüsü ve patırtısıyla kentimizin yıllardır ihmale uğratılmış kanalizasyon probleminin çözümü için İspanyol kredisi sayesinde başlanan izdihamını yaşıyor… Yol kenarlarında var mıdır, pek de dikkat etmedim ama tam da “etrafa verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz” zorunluluğu… Gazi Paşa da esnaf olsam bende rahatsız olurdum kuşkusuz. Hem sıcakların ortası, hem ramazana denk gelen iş yapmanın zorlaştığı bir ay, hem de on-onbeş metre ilerinizde kanalizasyon için yürütülen çalışmalar… Gürültü, hafriyat, belki koku, görüntü çirkinliği, trafik… İnsanın bu sıralar Gazi Paşa’da yürüyesi gelmiyor… Zaten yürüme güzergâhı olarak taşralılık ölçütlerine mahkûm kalmış ana caddemizdi, şimdi tam da taş-toprak ve toz içinde caddelerin anası oldu…


***

Sonuçta herkesin takdir ettiği şey bu kent için zorunlu alt yapı işinin bir an önce yapılması… Örneğin limanın sahil şeridinden yürürken burnunuza sıcakların etkisi ile daha da kötü çarpan idrar ve dışkı kokularının ortadan bir an önce kalkmasını dört gözle bekliyoruz. Liman güzergahının sorunsuz bir şekilde yürünebilir hale gelmesinin bu daracık kentin sosyal hayatı için ne kadar önemli olduğunu yazmaya gerek yok. Muhteşem bir güneş batımının liman kenarına yaklaşıldığında kötü kokulara bulaşması artık çağ dışı bir durum…

***


Kanalizasyon çalışmaları sırasında kullanılan köstebekler, kediler, deliciler arasından “üstünde yürüdüğümüz asfaltın altında ne varmış” düşüncesi ile oyulan Gazi Paşa’nın karnına bakıveriyorum… Eskiler doldurma olduğunu söylüyorlardı buraların çoğunun… Ama makineler çalışırken kaya kütlelerine de denk gelmişler… Belli bir toprağın üstüne bir ara taşlardan oluşan eski tip bir yol da döşenmiş belli ki… Belki 1930’larda, 40’larda öyleydi ana cadde… Onun üzerine de defalarca asfalt dökülmüş olmalı… Kapkara bir toprak, Zonguldak’ın dokusunu yansıtıyor…

Aklıma Gazi Paşa kazılarken tarihi bir esere denk gelindiği geliyor… Yaratacağı iş yavaşlatma ihtimali nedeniyle pek çok kişi istemez böyle bir şeyi herhalde?

Fakat olsa ne olurdu acaba?… Hani başka kentlerde, beldelerde bu tür kazılar yapılırken rasgele bulunan tarihi eser haberleri çıkar ya gazetelerde… Mesela Gazi Paşa Caddesinden de şöyle okkalı kocaman sandıklarda altından roma sikkeleri çıksın örneğin… Veya bronzdan yapılma kocaman bir Hades heykeli… Ya da Altın Post’un ta kendisi bir hazine mağarası… Zaten doğru dürüst sahip çıkamadığımız onca değerimiz gibi onlara da sahip çıkamazdık! Kent içinde müze de yok, müzecilikten anlayan kültüre değer veren bir kafada! Çıkanı da doğru Ereğli Müzesine…

Ama şöyle yolun tam ortasında değerli bir Selçuklu tümülüsü veya kümbeti bulunsa mesela… Kaldırılacak bir şey gibi de değil! Yolu da tam anlamıyla kapatacak kadar büyük… Hayda… Trafik allak bullak… Yerel tarihçilerimizin gözlerinin bilgi ve merakla ışıldadığını görür gibi oluyorum da mesela Belediye Başkanımız için gözünden gelen yaş “bu da nereden çıktı şimdi?” yaşı olurdu herhalde?… Yeni bir yol, acilen bir çözüm, çift şerit, arka yollar, kaldırımlar, merdivenler, olmadı dükkânların içinden doğru açılacak tüneller… Zonguldak böyle şenlikli bir yer işte…

Merdivenden de araba gider mi,” demeyin gitmez tabii. Ama sorun trafik olunca merdivenin dimdik bir yokuş da olsa yıkılıp, yapılandırılması an meselesi. Bakınız Gazi Paşa İlkokulunun üstünden 467’ye giden merdivenlerin yıkılıp, yeni bir inşaata doğru yol yapılan kısmı! Yine bakınız, belki Türkiye’nin ve Orta Doğunun da en dik yollarından biri olan yine 467’ye çıkan Sendika’nın arkasındaki eski yol!

Zonguldak’ta inşaat sektörü öyle bir hale geldi ki, kente yakın ara sokaklardaki yol geçmeyen merdivenli arazilere artık merdivenleri kırıp, üstüne biçimsiz betonlar atarak daracık sokakların arasına dimdik yollar dökülüyor çaresizce… Bunların akarı, su oluğu filan da yokuş olduğu için önemsenmiyor çoğunlukla… Yani belli bir estetik, mimari bir hamle hak getire… Klasik, “nasılsa pislik akar gider! Aşağıdakinin canı çıksın!” Anlayışı…

Bırakın yeşili meşili, merdivenler bile birer yol, birer arazi potansiyeli olarak görünmeye başladı artık. Güle güle Zonguldak merdivenleri… Zaten bakımsızlıktan geberiyordunuz…
Gez GÖZ arpacık




Askeri bir terimdir ve askerliğini “er” olarak yapan herkes çok iyi hatırlar bu 3 kelimelik, silahınla senin aranda kurulan hayati bağı temsil eden kuralı… Çünkü bu tür kurallar en çok erlerin başını ağrıtır! En azından tekerleme gibi olduğundan silahla ilgili bu kural akılda en kalıcısıdır…

Acemi birliğinde elinize tutuşturulan silahla karşınıza çıkartılır ve 25 metre atışlarından itibaren hedefi vurmanız için hem tüfeğinizin ayarını, hem de sizin hedefle silah üzerinden görsel bağlantı kurmanızı tanımlar.

Bir de yıllar sonra gittiğiniz göz doktorunun sizin gözünüzdeki problemi ortaya çıkartmak için çenenizi dayamanızı istediği, eliyle kafanızı düzelttiği aletin önünde, mercek ayarlarını yapıp bütün yaşam albümünüzün sayfalarını açtığı göz doktorunun mikroskobu vardır. “Sağ kulağıma bakın”, “sol omzuma bakın”, "aşağı bakın”, “yukarı bakın”…

***

Kelimeler saygılı bir şekilde “bakın” şeklinde değil de saygıdan kaba bir tona bürünüp “bak” şeklinde yineleniyorsa içinizden sonunda “AVANAK!” demek gelir… Bu saygı durumları doktoruna göre hep değişiklik gözettiğinden hangisi normdur, anlamak zordur!

“Hmmm… Bir hücre…”

“Yani ne?..”

“Evet, astigmat başlangıcı da…”

“Aman tanrım…”

“Keratit…”

“ Çok mu kötü yani?...”

“Sağ göz de ilerlemiş…”

“Hiç gerici değildir zaten… Ha pardon, o da kötü bir şey…”

“Gözün Türkiye gibi, ne net, ne de şu an Yunanistan gibi karanlıktasınız!”

“Ne?...”

“Aman be halen biraz görüyorsun ebeni, anla işte!”

“Ne?...”

“E beni diyorum, beni görüyorsun …”

“Siz göz doktoru muydunuz?...”

“Biraz ‘söz’ de var tabii… Nasıl stand-upçı olur mu benden? Hemşireler çok komik olduğumu söylüyor…”

“Bu laf oyunlarını şımarık kolej çocukları yapıyor çoğunluk…”

“Benim de var iki tane, bu devirde çocuk okutmak çok zor!”

“Devlet okulunda okutun o zaman!”

“Al işte bleferit de var sende, ıyyy, uzak dur benden…”

“Göz doktoru olduğunuza emin misiniz?”

“Kapıda ki yazıyı okuyamadın galiba… Sana görme alanı taraması bile yapmadan gözlük yazıyorum, al işte dört göz seni…”

***

Göz önemlidir… Göz kusurlu ama muhteşem bir organdır. Göz hem gerçekleri gören hem de görmek istemediği şeyler içinde başka yerleri seçip bakabilen bir mekanizmadır.

Bütün gözleri yakınlaştıracak merceklere sahipseniz eğer, bütün gözler etkileyicidir… Bunu beni muayene eden genç kadın doktorun tepkilerinden çıkardım! (O an baktığı benim gözlerim değildi tabii, genel bir ifadeydi…) Ama duygusal anlamda da kullanmak isterim bu saptamayı… Gözler yalan söylemez. Gözler her zaman çok şey söyler… Bu yüzden bünyeye fazla gelen şeye kapalı olan insan bilincine gözlerin söyledikleri de bazen çok gelir…

Kapkara gözlüklerle yolda karşıma çıkan hiç kimseye güvenmem. Çok tanıdığım biri olsa bile “tanımadığım biri” hissine kapılırım. İnsanların hava için kara gözlükleri seçmesi tam anlamıyla matristir. Kendilerini belli bir insansızlıkta denkleştirirler… Gözlerindeki o güzel yıldızları öldürürler… Kara gözlük havalılık değil düpedüz sosyal militarizmdir. Örneğin bu imgeyi O.Günay’ın şiirlerinde sık olarak görürsünüz.

Bunlar dışında engelli vatandaşların doğal olarak aksesuarıdır. Güneş gözlükleri de zararlı ışınlardan koruduğu için gereklidir. Bu anlamlı bir ayırımdır. Buna hiçbir sözümüz olamaz.

***

Türkiye yıllardır gözleri bozuk insanlarla dolu, yemin ederim… Gözlük takmayı benim gibi sevmeyenler, kendine yediremeyenler, “dört göz” kızdırmacılığıyla çocukluk saplantısına takılıp kalmışlar, mucize umanlar, boş vermişler ile dolu… Bunun dışında olan bitene aldırmamak da duygusal körlüktür. Biz duygusal bir millet olmamıza rağmen çok katı kurallara, empati kuramayacak kadar cehaletliklere de imza atmakta birbirimizle yarışırız. En son kadın cinayetlerinin bu silsilede yer aldığını düşünüyorum. Ya da şu son Erzurum’da yaşanan genç bir kadının “sigara içtiği için” nerdeyse linç ile karşı karşıya kalması. Böyle bir anlayış görse ne olur, görmese ne olur? Öğretilmiş basmakalıplarla işte ancak bu kadarını görüp, bu kadar insan olduktan sonra…

Onların istediği hakkını aramaya alışmamış insanların, korkanların, panik halinde yaşayanların, tedirginlerin kaynadığı bir ülke… “Hakkımızı aramaya alışmış olsaydık” kolayımıza geldiği için kadın doktora diklenmezdik, erkek doktora “hocam” diye taparcasına yavşamazdık… Tabii ne kadın, ne erkek bütün çalışanlarla kurulan resmi ilişki karşılıklı saygı kuralları çerçevesinde yerleşmeli ki bu eğitimdir.

Gözlerimize bakmayı becerebilmeliyiz! Öyle hödük gibi, dövmek güdüsüyle değil tabii! Öyle bakanların da her tarafta kendini bir şey zannetmesi gibi bir haldeyiz… Aynı kişiler örneğin polisle karşılaşınca birden eğitimli Harvard diplomalı, uysal yaratıklara dönüşmüyorlar mı? Ufff… Bizim şu küçük ikircikçiliklerimiz! Gazete de haber, “vali halkı bakana şikayet etti!” Tunceli’de genel olarak “hayır” çıktığı içinmiş… Okumak, okumamak meselesi de değil bu, vali bile böyle saçmalayabiliyorsa kültürel bir meseledir bu!

Anlamak amacıyla göz göze gelmeliyiz… Hırlaşmak amacıyla değil! Ama yolda bile size tip tip bakan birileri mutlaka çıkar! Bundan zevk alıyordur ama niçin? Anladıkça anlaşacağız… Yapabilirsek… Doktorun baktığı göz mikroskobunun açtığı sayfalar bizim de duygusal zekamızda farklı şekillerde var! Onu çalıştıracağız… O zaman elimize aynı teknede olup da yıllardır bunu nasıl fark etmediğimizin haritası geçecek. İnsani olan hazinenin yerini o zaman bulacağız! Biraz Cuma vaazının Pazartesi versiyonu gibi oldu ama insani bir şeylerle süsleyeyim istedim bu yazıyı… Yoksa bende bilmez miyim, bazı gözlerde göreceğimizin bizi kahredeceğini…

Karısını, çocuğunu dövenlerin…

Halkı soyanların…

İktidar dalkavukluğu ile iş görenlerin…

Adamına göre, amacına göre iş yapanların…

Söylediği ile yaptığı birbirini tutmayanların…

Kendinden menkul başka yasa tanımayanların…

Peki, yıllar boyu ezilerek, korkutularak yönetildiğimiz ve yönlendirildiğimiz için gözlerimize çökmüş umutsuzlukları, kederleri, çaresizlikleri daha halen görmek istemeyenlerin bizde yarattıkları cesuryürekçikleri onarmak o kadar kolay mıdır? Belki net görememek, azıcık fulü görmek, çift görmek, hatta hiç görmemek bile bazen yeğdir, göre göre kahrolmaktan… Çoğumuz kaç kere dağdaki çoban kadar saf kalıp, olaylara yakın olmamak istemişizdir elimizden bir şey gelmeyeceğini düşünmekten!

Yüreğimizin gözleri ne kadardır bozuk, ne kadar hasarlı, ne kadar yaralı acaba?

Gez Göz Arpacık deyince YAŞ kararlarından bahsetmeden olmaz. Daha fazla sivilleşmeye evet, sivil diktatörlüğüne hayır.

“Kimsenin gözünün YAŞarmaması dileğiyle… Benden stand-upçı olur mu?”

“Göz Doktoru Nedim, sizi sahneden çağırıyorlar..”

6 Ağustos 2011 Cumartesi

HA TEĞET HA...

Teğet de geçer, hayat da geçer, biz de geçer gideriz ardından... Hayat gözlerimizi teğet geçmedi ki bee??? Bozduk mozduk bir kaç derece daha, ha teğet haa, ha teğet haaa...
RAMAZAN'A SIĞINANLAR

Eskiden eskiden su içerken testiden, Direklerarası vardı TRT'de... Vardı da neydi? Özlüyor muyum o programları? Kaliteli olduklarını söylemek zor, bir iki şey dışında... Erol Günaydın ile İsmet Ay'ın canlandırdığı yaşlı teyzeler gibi müthiş tiyatro buluşları dışında... Karagöz ve Hacivat'ı üretip, Nasrettin Hoca gibi bir karakteri dünya kültürüne kazandırıp doğru dürüstte işleyememiş bir kültür alt yapımız vardır da pek konuşulmaz bunlar...


ALTINA YATIRIM

Tüm zamanların en kıyak yatırımı, düşmez kalkmaz altın güvence, savaş zamanlarının ikbal yatırımı, şu günlerde yine popüler... Niye ki?...