24 Eylül 2011 Cumartesi

Eski binanın yandıktan sonra çatısının çökmüş hali
Eski binanın yanmadan bir kaç gün önce AKM'den doğru çektiğim hali... Bu manzara yanındaki inşaat yapımı için eski binanın görünmesini engelleyen binanın yıkılmasından sonra ortaya çıkmıştı! Eski günlerden bir manzara ortaya çıktı diye sevinirken, nedense bir kaç gün sonra bir yangın haberi...
Tarihimiz kaybolurken

      Zonguldak’ta az sayıda 1940 öncesine ait bina kaldı… Bunların bir kısmının oldukça göze hoş gelen mimarileri olmasına rağmen ve üzerlerine dönem dönem sayısız yazı kaleme alınmış olmasına rağmen korunmaları konusunda ne yerel yönetimlerin, ne de kültürle ilgili makamların etkin, ciddi bir girişimi oldu. Bundan sonra da elde kalan birkaç bina hakkında, bu binalar da bir bir yanıp kül olduktan sonra “tinercilerin işi” gibi bir sürü laf duymaya hazırlayın kendinizi.
      Ünlü yönetmen Zeki Demirkubuz Zonguldak’ta geçen “Kıskanmak” filmini çekmek için geldiğinde Zonguldaklı Araştırmacı-Yazar Ekrem Murat Zaman Onu gezdirdi ve 1930’ları yansıtan uygun bir plan bulamadılar… Böylece Zonguldak’ın ne kadar kültürüne sahip çıkan bir kent olduğuna dair olumsuz bir izlenim yaratmış olduk!
      Günümüzün paldır küldür süren çirkin yapılaşmalarına bakacak olursak çok yakında “Cumhuriyetin İlk Kenti Olmak” ayrıcalığını yansıtan bir plan bulmak bile imkansız hale gelecek…
      AKM’nin karşısında, Tevfik Fikret Sokağı yukarısında yer alan 1900’lerin başından kalan bina, birkaç sene öncesine kadar bir kültür-sanat yapısı olarak değerlendirilecek kadar estetik bir formdaydı. Böyle bir çalışma yapılsa vesile olan kişi veya kişilerin kent tarafından unutulmamasını sağlayabilirdi! Ama kime gideceksin?
       Yangını çıkaranlar hakkında “Tinerciler yaptı!” diyenlere, “Hayır, el birliği ile kendimiz yapıyoruz”, diyemediğimiz sürece…

17 Eylül 2011 Cumartesi

Değişmez sorumuz, nedir ki sonumuz




(Başlığımız amansız fanatiği olduğum Tanju Okan’ın şarkısından.)



Hangi işsiz “iş istemem” diyebilir? Herkes en az bir kere diyebilir, yapar bir kabadayılık! Yapmışımdır kimine… Sevmediğim için tavrını… Yalnız bilirim, burada bitmez işsizin dramı… Ve ancak bu kabadayılıktan sonra başlar asıl film çoğunlukla… Buradan sonra kabadayılığınız borç yaptığınız yakınlarınıza, dostlarınıza, bakkalınıza, ev sahibine, faturalarını usturuplu bir şekilde dayayan koca A.Ş.lere, bankalara, tröstlere, devlet kurumlarına uzun uzun düşünme egzersizleriyle doludur!

Ve bu yazının da konusu -dilerseniz hep beraber- aslında bu çaresizliğin içinde milyonlarca işsizin dönem dönem yaşadığı bu kabadayılığın mantığı üzerine bir fikir jimnastiğidir! Konuyu bize bahşeden büyük Zonguldaklı işadamı mı desem çünkü büyük laf etmiş, büyük siyasetçi mi desem bilemediğim Sayın Uçar’a buradan şükranlarımızı sunarız. Nihayetinde arada bir de olsa kendi bakış açılarını bu demeçlerle ele veriyor siyasetçi-işadamlarımız, devletlûlarımız!

İşsize dönelim! “İş istemem” kelimesinin altında sanılanın aksine bin haklı neden yatıyor olabilir. Bu yüzden bürokrat memurlar masasının makamının arkasından “iş beğenmiyorlar” laklağı yapmasın! Şu haklı nedenlerin bir kaçını üstünkörü sıralayalım; zira kimisi işsiz, işveren ilişkisini sadece “iş beğenmeme” ruhsal haline bağlayabilir, bağlıyor da nitekim… Bir işsizin iş beğenmeme haklarından üstünkörü bir kaçı:

-İşverenin laubaliliği…

-İşverenin “3-5 ay çalış beğenirsem sigortalı yaparım” demesi hatta “hiç bir şey söylememe taktiği uygulayarak” karşısındaki insanı ezmesi… Yüzlerce çeşidi var böylelerinin… Belgeselcilere konu olacak kadar… Ülkemiz bu konuda yüreklilik gösterecek bir Michael Moore arıyor!

-İşçiye normalde verilmesi gereken ücretin asla verilmemesi… Sanki toplumsal anlaşmadır arkadaş, bu nasıl kökleşmiş bir durumdur, zavallı çaresizlerin hakkı sürekli palazlanan göbeklerde yağa dönüşür! En çok da böyleleri ahlaktan, haktan bahsetmez mi? İşçinin alacağı parayı belirsizde tutmak, geciktirmek, kesmek… Yahu kelime bulamadığım, bulup da kullanamadığım şeyler… Bazen sadece “ayıp” kelimesi ne kadar şık düşer!

-İşin ağırlığı… Kaçak çalışmak zorundalar diye kaçak ocaklarda hırpalanan yüzlerce kişiyi işçiden saymayacak mıyız? Saymayan saymasın, onlar en zor işçilerdir! Sistemin tamamen başka yol gösterememesi yüzünden canları pahasına açtıkları tünellerde belki de kendi mezarlarını kazanlardır! Bu uç bir örnek ama örneğin tersanelerde normal mesaiden fazla çalışıp aylarca karşılığını alamayanlara ne diyeceğiz! İki de bir “tersane açıyoruz size, aş getiriyoruz” diyenlerin aymazlığı aldıkları yeni ihaleyi de hiç etmek olmadığını kim bilebilir? Ya tekstilde yıllarca üç kuruşa çalıştırılıp, sonra kriz bahanesi ile ortada bırakılıveren binlerce kadın-erkek, çocuk-yaşlı? Bankalara neredeyse birlikte giden –birbirlerinden güç alabildikleri için- o kadar çok taşeron işçisi görüyorum ki ne yapacaklarını bilmedikleri adeta yüzlerinden okunuyor! Bu karmaşık işlemlerin altından bazen profesörler kalkamazken, sıradan insanın teknolojik görsellikler altında ezilmesi nasıl da bir ekonomi mühendisliği-iç dekorasyon işbirliğidir! Mesela döner kapılardan girip sıra numarası alınacak makinelerin önüne kadar -üç beş kişi- dövecekmiş gibi giden, besbelli kol gücüyle çalışan işçiler görüyorum! Ama makinenin yanına vardıklarında anında dayak yiyen boksör kıvamına geliyorlar! Çünkü kafaları karışıyor! Yardım isteyemiyorlar çoğunluk! Hep muhatap oldukları işverenle aralarındaki aracıyı aranıyorlar… Kaoslar içinde… Besbelli adamlara bazı sözler verilmiş, sonra ulaşılamayan numaralarda verilmiş! Bunlar bizim kendi gerçeğimiz! Makamının arkasından prosedür hesabı ahkam kesenlerin farkına bile varamadıkları gerçeklikler…

Ne güzel hafızamız var hafız? Bunlar sanki bu ülkede yaşanmıyor da Somali’den bahsediyoruz hep… Elbette insanlar devlet işi veya devlet güvencesinde makul şartlarda, sigortalı, en az kesintisiz asgari ücret garantili, bankaya yatacak ve işçinin cebinde kalacak, yeme içme, dinlenme haklı, yol, yolluk, hastalık izinli, yıllık izinli işi hak ediyorlar! Bunu arıyor en kabadayı işsizimiz de… Bu kadar insanca…

***

Bir kabadayılık yapıp sokağa rota kırıp, daha insanca yollar arayan işsiz uzun süre çeker işsizliğin diş ağrısını… Bir daha zor döner aynı kabadayılığa… Burun sürter, omuzlar düşer! Bu yüzden karizmayı çizdirmek istemeyen işsizlerle doludur hayat! Çoğu zaman iş istemede zorlanmak bundandır. Yaşanan birkaç olumsuz tecrübe sonrası hayal kırıklıkları dolu bir insan bir de uzun süre işsiz kaldıysa yıpranmış bir güven duygusu ile ortada serseri bir mayın gibidir! Hani şu “sosyal devlet” denen kavram! Neden içi doğru dürüst doldurulmaz ülkemizde de, iş bu böyle, kör yordamlarla açıklamaya çalışırız gerçeklerin gerekçelerini? Bu kadar üniversitede bu kadar sosyolog, psikiyatri uzmanı, insan ilişkileri bölümlerinden mezun, halkla ilişkilerden, sosyal bilimcilerden, insan bilimcilerden ve saire diplomalı işsizin de olduğu bir ülkeyiz. Milyonlarca işsizin psikolojik olarak çökmesini beklemeden onlara el atacak, yardım edecek, insanca onurlu ayakta durmasını sağlayacak, omurga sağlığımız açısından lüzumlu kurumlar hakkında bir bilgisi olan var mı? Yabancı filmlerde izlediğimiz o gereğinde kişinin evine gidip “ne yapıyor bu insan” diye kontrol eden sosyal danışmanlar? Kanuni hakları konusunda yardımcı olan aracılar… Hatta kişiye uygun iş bulan o sosyal ilişki melekleri? Uçtuk mu yine kıyaslama da?

***

İşverenlerin gerçekte kendilerini nasıl tanımladığını hep merak ederim! Bizim açımızdan bakıldığında hep karikatürsel bir şey çıkıyor çünkü… Oturan, bulunduğu yere yayılan, hep abartılı bir saygı gören, yediklerini sindirmek için soda isteyen, akranlarını kendi gibi iş dünyasının köşe başlarından seçen, “dünyayı ben yarattım” havalarında tipler…

İşverenin ve etrafındaki yalaka tabakasının o gevrek sırıtışı ile küçümsemesinden uzak durmaya çalışarak bir kabadayılık yapmışsa işsiz, cebinde kuruş olmadan arşınlamaktadır işsizlik güzergâhlarını… Aslında hele parababalarına kafanın içinden geçenleri dümdüz söylemek sonradan kemirir sıçan gibi içini… Geriye dönüşü zordur! Çoğu zaman sadece filmlerde izleriz kahraman ve babalanan işsizleri. Günümüzde işsizlerin çoğu sanki kanun hükmünde karar olup yasallaşmış gibi kimseye bir şey söylemeden ortadan kayboluverirler! Nihayetinde bu da romantik bir tavırdır! Durumunun nezaketi anlaşılsın ister arkasından… Hani son anda biri seni durdurur filan ya… Kanmayın, kalmadı neredeyse öyle şeyler… Sizin yerinize konuşlanmak için etraf da o anı kollayan bir sürü refikiniz türemiştir farkında olmasanız da…

Bakmayın gençliğin verdiği o müthiş güvene… İşsizlik en sert adamı yumuşatır! Yavaş yavaş varırsın zamanının “bol” ama özgürlük ve keyfinin cebinde para olmadan ne kadar “dar” olduğuna! Her karşılaştığı tanıdığında bir umut ışığı arar işsiz adam. Çünkü terk ettiği iş yerinden çıkarken bile safça daha iyisini bulacağını umut eder! Bu tam bir ergen psikolojisidir işte! O yüzden ülkemizde çocukluk biraz uzun yaşanır. İnsanlarımızın önemli bir bölümü 30 yaşına kadar kendini 11 yaşında ki kadar masum bir tabiatta korurlar! Politikacılar yatıp kalkıp dua etsinler ki bu Türkiye’de yaşamanın getirdiği bir güzelliktir… Ama bu güzellik politikacıların daha az sıkıntılı olmasını sağladığı gibi işverenlerinde istediği üç ay, beş ay sigortasız, yarı ücretli, aç ve kıt kanaat çalıştırıp işçilikten kar ettikleri istihdamı yaratır sürekli! Sanki bu da kanun hükmünde kararnamedir de on yıllardır görünmezden gelindiği için binlerce işsizin hakkı böyle kaynayıp gitmiştir, gitmektedir. İşçinin beş aylık çalışması işverenin bir günlük masa eğlencesi, arabasına yeni bir aparat taktırması, sevgilisine yek taş bir yüzük olup ekonomiye kazandırılmıştır belki de…

Dedim ya para ağalarına baktığımda daha farklı bir tablo göremiyorum ben.

***

İşsizin sokaklardaki varlık mücadelesi günlerce sürer. Sonra bir şekilde bu da kesilir insanın sütten kesilmesi gibi ve insan gri bir sis kümesinin içinde tek başına hisseder kendini. Her şeyden ve kendisinden nefretle durumlar tasarlar… Bu psikolojik evre ileride bir şekilde sağlığına da yansıyacaktır. Bu dediklerimi inanarak söylüyorum… İşkembemden atmıyorum… Ama biz Türkiye’nin iyi insanları sağlığımız bozulduğunda da bunu yaşadıklarımıza ve bunları bize yaşatanlara sebeplenmeyiz, “kader” der geçeriz çabucak!

Hep Allahın takdiridir. Allah, böyle bir şeyi senin benim için niye tasarlasın ki?… Düşünmeyiz! Sınırlarımızı aşar hissederiz böyle kendi kendimize sordukça! Zaten bir süre sonra düşüncelerimize gerçekten taraftar bulamayacağımız için başkaları tarafından ya meczuplaştırılırız, ya da istenmeyen adam olur çıkarız… Ortadoğu’nun tüccarları yıllardır bu mantık üzerine idare ede geldi, desem de hani açıp da zırvalayacağımı düşünmesin kimse! Yemezler…

Ama işte işveren parababaları öyle değildir. “Kimseye iş vermeyeceğim” diye babalanabilirler… Aklıevveller yiğit göre… İş vermeyecek, vay vay vay… Ekonomi onların elinde! Devletin onlar için sağladığı avantajlardan konuşmazlar bile… Para ile para kazanıldığı on yıllardır her şeyin hakları olduğu psikolojisinde neler gördük! Daha da göreceğiz demek ki…



***

Öznur Güneş arkadaşımız iyi bir demeç almış Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Zonguldak İl Başkanı Hamdi Uçar’dan. Haberin özü ve beni ABD’de 1930’lar dünya krizinde, vahşi kapitalizmin tavan yaptığı zamanlarda Kaliforniya’da yaşadığımız hissine kaptıran başlığı 'Kimseye iş vermeyeceğim' şeklinde! Ardından da bir Al Capone çıkıp “çocukken bisikletim olmadı, şimdi beni hiçbir yasa durduramaz” diyecekmiş gibi geliyor! Açıkçası yazıya başlarken sorduğum sorunun birden klavyenin tuşlarına dökülmesinin nedeni böyle! Hangi işsiz “iş istemem” diyebilir? “Demiştim” bile diyemez güvenilmez bir portre çizmemek için. Ama işverenlerimiz 'Kimseye iş vermeyeceğim' deme özgürlüğüne sahiptir!

Ya, bana saçma geliyor size öyle gelmiyor mu? Hem işveren hem iktidar partisinin il başkanı olmak doğrumudur? Sadece Sayın Uçar için değil, birçok başka işverende her köşe başında yok bilmem ne temsilcisi, bilmem ne başkanı, bilmem ne organizasyonunda falan filan… Her şey vatan için… Kültürel ve sanatsal çalışmalara entelektüel katkılarda bulunmak için… Çevre ve doğayı yarının nesillerine tertemiz bırakmak adına! Tüyü bitmemiş yetimlerin uğruna… Kentlerimizin, köylerimizin gelişmesi, fakir fukara garip gurabanın dertlerine merhem olunmak niyetine…

Not: Bu yazıda işsizin ailesi ile olan ilişkilerine değinmeye fırsat bile gelmedi. Biliyoruz ki milletimiz indinde aile müessesesi en kutsal kurumlardan biridir. İşverenlerin, ailesi ile arası bozulan insanları vicdanen hatırlaması bile birçok toplumsal sorunu düzeltmesi beklenirdi. Toplumsal hadiselerin üçüncü sayfa haberlerine aşinayız!